Çarşamba günü açıklanan rapor, özellikle Türkiye’nin siyasi kriterleri ve iç dinamiklerine ilişkin değerlendirmeleri konusunda yeni bir tartışma dalgasına yol açtı.
Dışişleri Bakanlığı yaptığı resmi açıklamada, özellikle Kıbrıs sorununu çevreleyen karmaşık konulara ilişkin olarak AB raporunda dile getirilen “gerçekçi olmayan ve hukuka aykırı” görüşler nedeniyle hayal kırıklığını dile getirdi.
Bakanlık, raporun ağırlıklı olarak Türkiye’nin meşru kaygı ve haklarını göz ardı ettiğini öne sürdüğü Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetiminin yanı sıra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) tutumlarına eğilmesi nedeniyle eleştirdi.
Türk yetkililer, raporda Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yapıcı rolünün ve Yunanistan ile olumlu ilişkilerinin kabul edildiğinin altını çizdi. Ancak, raporun Türkiye’nin meşru güvenlik kaygılarını, özellikle de Kıbrıs anlaşmazlığı bağlamında, yalnızca adada doğrudan yer alan tarafların dahil olduğu müzakereler yoluyla çözülmesi gerektiğini ileri sürdükleri meşru güvenlik kaygılarını açıklamadaki başarısızlığı nedeniyle bu başarıları baltaladığını ileri sürüyorlar.
Dışişleri Bakanlığı, AB’nin Kıbrıs’a ilişkin açıklamalarının çözüm çabalarına yardımcı olmadığını vurguladı. Konunun adadaki iki toplum, üç garantör güç ve Birleşmiş Milletler’in dahil olacağı bir müzakere süreci çerçevesinde ele alınması gerektiğinin altını çizdiler.
Kıbrıs adası, Kıbrıs Rum toplumu ile Kıbrıs Türk toplumu arasında devam eden anlaşmazlığın sadece adanın kendisini değil, aynı zamanda Türkiye ile AB arasındaki ilişkileri de etkilemesi nedeniyle onlarca yıldır bir çekişme noktası olmuştur.
Çatışmanın kökleri adanın İngiliz yönetiminden bağımsızlığını kazandığı 1960’lı yıllara dayanıyor. İki toplum arasındaki gerginlikler tırmandı ve 1974’te Kıbrıslı Rum milliyetçilerin gerçekleştirdiği askeri darbe ve ardından gelen Türk askeri müdahalesiyle sonuçlandı. Bu, adanın fiili olarak Kıbrıs Cumhuriyeti (uluslararası alanda tanınan ancak yalnızca güneyi kontrol eden) ve KKTC (yalnızca Türkiye tarafından tanınan) arasında bölünmesiyle sonuçlandı.
AB’nin katılımı durumu daha da karmaşık hale getirdi. Kıbrıs Cumhuriyeti 1990 yılında AB üyeliğine başvurduğunda Türkiye, anlaşmazlığın çözülememesi nedeniyle itiraz etti. Buna rağmen AB, Kıbrıs’ı 2004’te kabul etti ancak bir uyarıyla: Kuzey, yeniden birleşme anlaşmasına varılıncaya kadar üyeliğin avantajlarından yararlanamayacaktı.
BM destekli müzakereler ve iki toplumlu görüşmeler de dahil olmak üzere, Kıbrıs anlaşmazlığına çözüm bulmak için çok sayıda girişimde bulunuldu. Ancak kalıcı bir çözüme ulaşılamadı.
Bağların yeniden değerlendirilmesi
Öte yandan, devam eden küresel zorluklar karşısında Türkiye’nin jeopolitik önemine dikkat çeken Dışişleri Bakanlığı, Türkiye-AB ilişkilerinin yeniden değerlendirilmesi gerektiğini savundu. AB’nin, Türkiye’nin potansiyelini tarihsel mağduriyetler merceğinden görmek yerine bir ortak olarak kabul ederek daha yapıcı bir yaklaşım benimseyeceğini umduklarını ifade ettiler.
Bakanlık, Türkiye’nin ikili ilişkileri geliştirmeye yönelik siyasi iradesinin sarsılmaz olduğunu vurguladı ve AB’den bu kararlılığı yansıtan somut önlemler alınması çağrısında bulundu.
AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, raporun açıklanması sırasında yaptığı konuşmada, Türkiye’yi bölgesel dinamikler açısından “önemli” bir oyuncu olarak nitelendirerek, Türkiye’nin stratejik öneminin AB içinde giderek daha fazla kabul edildiğini ortaya koydu.
Raporda Türkiye’ye, özellikle Suriye’den gelen yaklaşık 3,6 milyon mülteciye ev sahipliği yapması ve terörle mücadele konusundaki güçlü çabaları nedeniyle göçle ilgili zorlukları yönetmesi nedeniyle övgüde bulunuldu.
Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın rapora ilişkin değerlendirmesinde, Türkiye-AB ilişkilerine geçmişin kısıtlamalarının ötesine geçen yeni bir bakış açısına duyulan kritik ihtiyaç da vurgulandı.
İlişkilerde gerçek ilerlemenin, AB’nin daha stratejik bir yaklaşım benimsemeye hazır olmasına, özellikle de önceden kararlaştırılan tavsiyelerin ek önkoşullar olmadan uygulanmasına bağlı olduğunu ileri sürdü.
Türkiye’nin Avrupa projesiyle ilişkisi 1959 yılında Ankara Anlaşması’nın imzalanmasıyla başladı. Bu anlaşma, Türkiye ile AB’nin öncüsü olan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) arasında kademeli ekonomik entegrasyonu hedefliyordu. Bu, ülke için uzun vadeli bir yakınlaşma ve gelecekteki potansiyel üyelik vizyonunun başlangıcını işaret ediyordu.
1999 yılında Türkiye’nin AB’ye tam üyelik için resmi aday statüsü verilmesiyle, bu arzusu ileriye doğru somut bir adım attı. Bu karar, AB içinde hem heyecan hem de ihtiyatla karşılandı; bu, Türkiye gibi büyük ve kültürel açıdan çeşitliliğe sahip bir ulusun entegrasyonunun içerdiği karmaşık doğayı yansıtıyordu.
Resmi katılım müzakereleri 2005 yılında, halen ülkeyi yönetmekte olan Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) hükümeti döneminde başlamıştır. Bu müzakereler, Türkiye’nin, bloğun temelini oluşturan geniş bir yasa, yönetmelik ve politikalar bütünü olan AB topluluk müktesebatına uyumu konusunda kapsamlı bir değerlendirmeyi içeriyordu. Süreç, belirlenen kriterlerin yerine getirilmesi üzerine, her biri belirli bir politika alanını temsil eden ayrı fasılların açılmasını ve ardından geçici olarak kapatılmasını içeriyordu.
Ancak üyeliğe giden yol zorluydu. Müzakerelerde ilerleme yavaştı. 2016 yılı itibarıyla 35 fasıldan yalnızca 16’sı açılmış ve yalnızca biri geçici olarak kapatılmıştır.
2018 yılına gelindiğinde katılım müzakereleri durma noktasına geldi. AB, temel konularda ilerleme sağlanamamasından duyduğu memnuniyetsizliği dile getirirken, Türkiye, çifte standart olarak algıladığı durumu ve AB’nin kararlılık eksikliğini eleştirdi. Bu durum, katılım sürecinin fiili olarak askıya alınmasına yol açarak, Türkiye’nin AB üyeliğinin geleceğini belirsizlik içinde bıraktı.
Durmuş müzakerelere rağmen blok ile Türkiye arasındaki ilişki çok yönlü olmaya devam ediyor. Her iki taraf da karşılıklı çıkarları ilgilendiren çeşitli konularda işbirliği yapmaya devam ediyor. Devam eden bu katılım, katılım süreciyle doğrudan bağlantılı olmasa da, ilişkilerinin iç içe geçmiş doğasını ortaya koyuyor.